BUKALEMUN
SEÇİMLERİ KADER BELİRLER BİZ SADECE İŞARETLERİZ…
Yatma vakti gelmişti. Erçin her zamanki gibi ablasıyla beraber odasının tavanına güneşi savuran sobanın ışığında uykuya misafir olmanın halini bekliyordu. İki odalı bahçe içindeki teni dökülen boyasız evinin yan odada yatan annesiyle babasının fısıltıları kulağına süzülmeye başladığında hayatının ilk korkusuna tanıklık etti. Ablası çok hastaydı ve şu ay altı aleminin hayat yıkan maddiyatçı kimliğinde babasının memleket dışına ömrünü erteleyeceğini duydu. Ablasının ebedi olan canından avuçta kalan bedenine, kan bulunması gerekiyordu. O kanın adı paraydı. Erçin ilk defa babasından ayrı kalacaktı ve bu duyguyu nasıl yaşayacağını bu duyguyla nasıl baş edeceğini düşünerek, üşümelerini sobanın ateşli halinde sindirip derin uykusuna merhaba dedi. Babasının son yolculuğa uğurladığı, o gecenin kömür karaları söndükçe odayı bir soğukluk aldı. Bir ara Erçin soğukluğun tenini titreten dokunuşuyla gözlerini açtı. Ayaklarını yorgana iyice sarıp kafasını içine gömdü. Ağzından çıkan sıcak nefesini yorganının içine basıp tekrar daldı uykuya.
ERTESİ GÜN
Sabah gözlerini açtığında yine anne ve babasının endişeli fısıltılarını duyunca el örmesi varoş yorganını başının üzerine çekti. Annesi ve babası o sırada bir ömürlük acının sığdırılacağı Eminönü semtinden aldıkları bez valizin fermuarını kapatırken, Erçin’in kulaklarında yüreğinin feryatları kopuyordu. Hayatının ilk vedasının silinmeyecek olan yarası ile kucaklaşıyordu. Gözlerine baskın yapan ateş Erçin’in küçük suratında damlalar halinde ömürlük acıların haritasını çiziyordu. Gerçekten ağlamak bu olsa gerek. Yolculuk vakti başladı akreple yelkovanını gelecek zamana taşımaya. Öyle hızlı taşıyordu ki, onlar her zamana serildiklerinde Erçin’in içini daha da büyük bir korku sarıyordu. Çocuklar böyledir işte. Baba onlar için en büyük güçtür. Babaları onlar için dünyanın en güçlü varlığıdır. Onlarsız kalmak elsiz kolsuz kalmak gibidir. Korkudur. Acıdır… Hele ki bir anneniz ve ablanız varsa onlardan sorumlu hissedersiniz kendinizi. Onları yaftalayacak adi bir insan topluluğu da evvelden hazırdır. Anneniz bir genel ev orospusu, ablanız ise adayıdır.
Evden çıkış vakti geldi. Ayakkabılar giyildi. Erçin’in üzerinde fitilli kadife pantolonu, annesinin ördüğü kazağı ve muşambadan montu vardı. O zamanlar modaydı muşamba montlar. Isıtır mıydı? Hayır ısıtamazdı insanı ama işte montum var deyip sevinirdin. İlk adımlar atıldı Beykoz Üsküdar otobüsüne binmek için. O zamanın körükleri kopan otobüsleri vardı. Arada bir gazetelerde duyulurdu körüklerinin koptuğu. Belki de abartılıyordu ama kalemler böyle yazardı. Hınca hınç dolardı otobüsler. Kapıların dışına taşan insan bedenlerine şahitlik ederdik ve arada bir o kapılara sıkışanlara, düşenlere… Bir de o zaman akbil yoktu. Kağıttan biletler vardı. Abonman ve öğrenci bileti diye ikiye ayrılırlardı. Metal bir yuvaya yırtılarak atılırdı. Gün sonunda otobüs şoförleri biletleri yakarak imha ederlerdi. Velhasıl son durağa geldiler nihayetinde.
Tarihin üzerine resmini çizdiği Üsküdar’ın bir kıyı kaldırımında Erçin ablası, annesi ve babasıyla vedanın asık yüzüne misafirlerdi. Ayrılığın acısını yutkunacak halleri dahi kalmamıştı. Babası kısa sürelik bir seyahat yalanına başvuru dilekçesini uzatmış olsa dahi, Erçin gerçeğin gerçek olan gerçeklerden olmadığını biliyordu. Sarı saçlı iett otobüs durağı tabelasının sancağına ellerini doladı tüm gücüyle. Acısını sancağın son bahar yaprakları gibi dökülen parçalarının paslanmış hatlarına geçirmeye çalışıyordu. Yine gözlerini ateş bastı… Sonraki yıllarının kader hatıraları yine yüzün de çizilmeye başladı. Hüngür hüngür derler ya, o nefesi kesilircesine ağlıyordu. 4 insan kimliğinin yıkılışının sesleriydi bu veda. Haritaya herkes ortak olmuştu ve tebessüme dönemeyeceğini herkes biliyordu. Erçin’in babası derin bir nefesi iç organlarına dolayıp gücünü topladıktan sonra arkasını bir daha dönmemek üzere gitmeye karar verdi. Arkasını döndüğünde boynu bükük misali bırakmak zorunda kaldığı parçalarına elveda diyemeyecekti. Aranan kanı bulmak için gitmesi gerekiyordu. Ve gitti. İşte o gün başladı Erçin’in bukalemun hayatı….
3 AY SONRA
Erçin babası gittikten sonra uzunca bir süre onu nasıl geri getirebileceğini düşündü. Tabi annesine her seferinde “Babam ne zaman gelecek” diye sorduğunda, “Akşam baban geldi ama sabah erken çıktı.” cevapları onu hiç bir zaman kandırmayı başaramamıştı. Doğumunun beş yıl sonraki yaşından bir yaş büyüktü. Sizin deyiminizle altı yaşındaydı. Neden bu cümleyi kurdum? Bazen 6 yaşın artık büyük bir çocuk olduğunu düşünürler. Halbuki ana rahmine düştüğü zaman ki kadar temizdir çocukların hepsi ve 70 yıl sonrası kadar büyüktür. Yaşamak için doğup, bir gün ölmek için her gün yaşadığımız şu dünya da amaç tek değil midir? Nefes almaya çalışmak… Ha bebek olmuşsun, ha çocuk, ha genç ha yaşlı… Aldığımız nefesten ibarettir her şey… Nefes açısından baktığımızda yaşınızın bir önemi yoktur. Ruh taşıyan bir ceset torbasından ibaretsindir…
Erçin’in Babasının gelmesi için para bulması gerekiyordu ve bukalemun beyni farklı renklerde ki yolları kurgulamaya başladı. Memleketinden kalma toprağın kokusunu taşıyan bir ibriğe dikenli güllerin yapraklarını serpiştirip, üzerini çöllerin hasreti su ile doldurdu. Her sene yazın misafir olduğu memleketinde ki halası öğretmişti ona gülün suyla aşkını… Bir kaç gün sonra gülün tüm hücreleri, bırakıldıkları suya kendi rengini bulaştırmıştı. Kan gibiydi… Erçin ilk parasını böyle kazanacaktı. Çubuklu ışıklarından yeşile vurup algılarını, yolun karşısına geçiverdi. Dar sokaktan sırasıyla Tostçu Hüseyin Abi, Berber Mithat ve Şarapçı Ömer Amcaya selamını bırakarak koşuverdi pazara. Önce utanarak elindeki ibrikle pazarı baştan sona gezdi. Bukalemun beyni yine devreye girdi. Bağırması, gülümsemesi, biraz komik ve sevecen olması gerekiyordu. Gül suyunu satacağı kişilere duymak istediklerini söylemesi gerekiyordu. Buz gibi gül suyu diye bağıracaktı. Ama buz gibi değildi gül suyu. Fakat oldukça soğuktu. Karşısındaki insanların duymak istediklerini söylemeye yıllarca devam edecekti. Her ne kadar buna yalan lakabını taksa da insanlar, Erçin için bunun adı yalan değildi. Onların duymak istedikleriydi. Derken satış başladı. 1-2-3 derken hazırladığı tüm gül sularını satıverdi.
Hasılatı cebinde doldurduktan sonra ”babam” deyip eve koşmaya başladı. Koşmaktan ve saç diplerini, ensesini yakan güneşten ter içinde soluk soluğa kalan Erçin evin önüne geldiğinde ahşap boyaları intihara teşebbüs etmiş kapıyı tüm gücüyle kıracakmışcasına vurmaya başladı. Kapıyı vururken evin dibinde yürüyen bir fare farketti. Normalde o fareyi hemen yakalardı. Evlerinde sıkça fareler yuva yapar ve evi farelerden arındırma görevi Erçin’e düşerdi. Onun için fare yakalamak bir oyun gibiydi. Kuyruklarından tutup sallardı oraya buraya. Ama bu sefer fareler ilgisini çekmedi. Tamamen soyutlanmıştı hayattan. Kapıyı vurmaya devam ediyordu. Annesinin içeriden sesi geldi:
“Patladın mı Erçin, dursana acelesine ettiğimin çocuğu açıyorum geldim geldim.”
Başındaki yemenisi ve yanlarından taşan, garibanlığın ve babasından kalma iliklerine kadar işleyen işkence ve dayaklarının beyazlara dönüştüğü saçlarını toparlayarak kapıya koştu annesi. Erçin’in dedesi şarapçıydı. Bildiğiniz şarapçı. İşe giderdi ama içerdi. Çok içerdi. Gece eve geldiğinde Erçin’in annesini yataktan kaldırıp dövüp işkence eder, diğer dört kardeşi maç izler gibi duruma bakakalırlardı. Erçin’in annesi kapıyı açtı ve Erçin cebindeki tüm parasını uzatıp;
“Anne bu para babamı geri getirmeye yeter mi?” diye sordu.
Tabi ki aldığı cevap istediği gibi olmadı. Bundan sonraki hayatında hiç bir cevap istediği gibi olmayacaktı. Annesi de Erçin’in bu sözleri karşısında dona kaldı. Erçin’e sarılıp içten içe başladı salya sümük ağlamaya. Ama Erçin’e belli etmek istemiyordu. Erçin de ağlıyordu ama o da annesine belli etmek istemiyordu. Fedakarlık sevgiyle beraber doğuyormuş işte… Acı ortak ama herkes birbirinin mutluluğu için seferber…Şimdilerde kalmadı böyle duygular… Kumar masalarında kaybedilen umutlar gibi anlık hallere büründüler… Kaybettiler ya da öldüler….
Ertesi gün teyzelerinde misafirlikteydiler. Teyzesinin evi Dedeoğlu yolunun üzerindeydi. Bir derenin kenarında büyük bir araziye kondurulmuştu. Yol ile ev arasında bir dere vardı ve derenin üzerine küçük bir geçiş köprüsü yapılmıştı. O köprüden geçip, 20-30 metre yürüdüğünüzde teyzesinin ve eşinin akrabalarının, yaşadığı 3 farklı eve çıkan ortak bir merdiven vardı. Merdivenleri çıkınca avlu gibi asmalarla örtülü bir yere gelinirdi. İşte Erçin o asmanın altında büyükler çay içip sohbet ederken Teyzesinin bahçesindeki meyve ağaçları gözlerine kanlı şarkıyı söylemeye başladı. O sırada bir kiraz ağacı deyim yerindeyse kendiliğinden ikiye ayrıldı. Erçin kirazları görünce gözünü kan bürüdü. Hiç olmadığından daha hızlıca koşarak kiraz ağacının dallarına daldı. Kirazları toplayıp tişörtünün içine doldurmaya başladı. Sonrasında bakkala gidip 5-10 tane kese kağıdı aldı. Kese kağıtlarından bir tanesini güneşten korunmak için kendisine şapka yaptı. O zamanlar maçlarda dahi karton şapkalar satılırdı. Erçin Beşiktaş takımını tutuyordu. Onlarda kalan amcası onu bütün Beşiktaş maçlarına götürürdü. Fanatik Beşiktaşlıydı. O zamanın Fırtına Metinleri, Atom Karınca Rıza’ları vardı Beşiktaşın. Beşiktaş kapalı tribününde ki Amigo Birol’da Erçin’i çok severdi. Çoğu zaman onunla başlatırdı tezahüratları. Gol olduğunda çokça kez merdiven boşluğuna düşüp kolunu bacağını kırdığı bilinir. Derken Erçin meyveleri kese kağıtlarının içine doldurup teyzesinin evinin az ötesinde dereye arkadaş yolun kenarına sergisini açtı. Yoldan geçenlere meyve veriyor karşılığında aldığı kanı cebine dolduruyordu. Bazı müşterilere zorla satmaya çalışıyordu, ama aldığı cevap “Bahçemiz kiraz dolu , senin kirazlar kurtludur.” diyorlardı.
Sokak iyice ıssızlaştı. İkindinin sırtına binen saatlerdi. Bir kız çocuğunun çığlıklarını duymaya başladı. Feryatla figan mülk değiştirip beşer olsa, bu çığlıklardan ders alırdı. Öyle bir çığlıktı ki Erçin yıllar sonra duyduğu her kadın çığlığında zaman makinesi onu hayatının altıncı yılına geri götürecekti.
Teyzesinin evinin iki adım ötesinde ki tarlada, toprakla kendini yıkayan bir adam Erçin’in kara gözlüsüne, hayatının sonrasında kaburgası olacak ablasına tecavüz etmeye çalışıyordu. Bütün sokak sakinleri ve yakın sokaklarda yaşayan insanlar akın akın çığlıkların duyulduğu yöne doğru koşmaya başladılar. Erçin hala durumu anlayamamış ve ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Koşarak kalabalığın içine karıştı.İçini babasının gittiği gün ki bir sızı kapladı. İlk defa böyle büyük bir çığlık duyuyor ve ne yapması gerektiği ile alakalı hiç bir fikri bulunmuyordu. Sadece çığlığa doğru koşuyordu. Velhasıl nihayetinde gerçekleri öğrendi. Topraktan gelen beşerliğini tanıyamayan ruhu hastalık dolu bahçıvan ablasına tecavüz etmek istemişti. Ama uçkurunu Erçin’in ablasında çözmeyi başaramamıştı. Erçin yine yüzünü basan ateşle sorulara soru sormaya başladı ve diline verdi acıyı. O adamı öldüreceğim. O adamı öldüreceğim. Bırakın beni o adamı öldüreceğim…. Ama ne o adamı öldürebildi ne o adama olan kinini, ne de babasının gidişiyle içini yuva edinen acısını. Sonradan yazacaktı acılarını ve tek bir cümle olarak anlatacaktı her şeyi. Tenimi silen olmadı yaralarımdan diyecekti…
OKULDA Kİ O GÜN VE…
Siyah önlüğü, kolalı beyaz yakalığı ve seksenlerin çantasıyla evinden her zamanki gibi okula doğru yola çıktı. Boğazın asi çocuklarından çubuklu mahallesinin tepesindeydi evleri. Arnavut kaldırımını evinin aşağısına inince görürdü. O zamanlar topraktı sokakları. Asfaltın geldiği ilk gün ise yalın ayak ayakkabısız oyunlar oynamıştı arkadaşlarıyla. Neyse dik tepeden Çubuklunun mavi gözlüsüne doğru merdivenleri inmeye başladı. Yine babam diyordu ya elleri, yine babam diyordu ya sol yanı, içlenerek gidiyordu işte… Hani böyle insanın içinin sıkıldığı, çektiği nefesin yetmediği bir içlenme… Gözlerin daldığı, kulakların duymadığı bir içlenme.
Çubuklu camisinin karşı komşusu, boğazın mavi gözlüsünün kıyısındaki dostu okulunun kapısından içeri girdi. Okul müdürü Erçin’in sesi çok gür olduğu için Andımızı hep ona okuturdu. Öğrenciler sıraya dizildi. Nizam alındı. Erçin başladı okumaya. Türküm doğruyum çalışkanım.. Ama arada sesi düşüyordu. Okul müdürü Erçin’e bakıyordu. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Erçin’in dili andımızı okuyordu ama kalbinden babam naraları kopuyordu. Eski bir İstanbul kabadayısı gibi kalbi Erçin’in her şeyini altüst ediyordu. Ne aklı ne mantığı durduramıyordu bu narayı. Ezildikçe eziliyordu. Derken andımız bitti ve sınıflara girişler yapıldı. Herkes yerini aldı. Hayatında şiddetle tanışması az sonra gerçekleşecekti. Öğretmenleri her zamanki sınıfa girdi. Herkes hazır ol pozisyonunda ayağa kalktı. Öğretmen “Günaydın.” öğrenciler “Sağol.” dedi. Oturun dedi. Öğretmen tebeşirlerin alfabeyi resmettiği kara tahtanın önünden geçip masasına oturdu.Çantasını sac yapımı gri renkli masasının sağ tarafına koydu. Bu sırada sınıfta bir uğultu oluştu Öğretmen direk Erçin’e dönüp “Buraya gel.” dedi. Erçin kalktı öğretmenin yanına gitti. “Neden konuşup, arkadaşlarını da ayartıp sınıfta huzursuzluk yaratıyorsun.” dedi. Halbuki Erçin konuşmamıştı. Sırasında oturup camdan serilen boğaz manzarasına dalıp babasıyla balık tuttuğu günü hatırlıyordu. Babası el oltasıyla balık tutardı. Zaten kamış alacak paraları da yoktu. Bir gün babası oltasını denize düşürmüştü. Yıllarca o oltanın düşüşünü babasıyla olan ender anılarından biri olarak hatırlayacaktı. O yıllarda garibanlardı ama mutlulardı. Babası balık tutardı ama inanın bugün ki tabiriyle hobi olsun diye değil, iki kilo balık tutayım da çocuklarım vitamin alsın diye. Erçin’in babası İç Anadolu’nun bir köyünden açlığı sefaleti tercih etmek pahasına gece çalışıp gündüz okuyup mühendis çıkan örnek alınacak bir şahıstı. Açlıktan bağırsaklarının düğümlendiği günleri unutmamış ve çocuklarını iyi besleme konusunda tüm fedakarlığını hayatla arasındaki savaşa dahil etmişti. Gerçi hayat güzeldir ama işte hayatı hayatla yaşamıyoruz ki, insanlarla yaşıyoruz. İnsanın olduğu yerde huzur mu kalıyor…
Neyse konudan konuya atlarsak bu iç hesaplaşmasının sonu kolay kolay gelmeyecek. Öğretmeni Erçin’e “ellerini aç” dedi. Masasının kenarında duran kalın sopasını aldı. Erçin’in sağ eline vurdu. Erçin feryat figan vücudunun her yerine geçen acıyla öğretmenimmmm diye bağırdı. Bir eliyle diğer elini tuttuğu anda öğretmeni sesini çıkartma diğer elini de aç dedi. Erçin; “ Öğretmenim elim çok acıdı ben konuşmadım. Vurmayın lütfen.”diye ağlamaya başladı. Öyle bir durum ki öğretmen sanırım o gün tamamen birini öldürmeye niyetliydi. Kim bilir onun canını nasıl yaktılar ki Erçin gibi 6 yaşında bir çocuğu döverek hayata karşı isyanını dile getirecekti. Erçin’in bu sefer dizine sopayla vurdu. . Sonra sırtına. Sonra koluna, sonra bacağına ve sonrasında Allah ne verdiyse derler ya işte öyle. Her vurduğunda Erçin “Anne, Babaaaa.” diye bağırıyordu. Erçin sıranın altına girip kendini korumaya çalıştı. Öyle korkmuştu ki öğretmeni sakinleşmiş olsa dahi sıranın altından onu çıkmaya razı edemiyordu. Ders bitene kadar orada kaldı ve sessizce ağladı. Tüm çocuklar korkuyla büyük bir sessizliğe büründü. Öğretmen “Kimse bir kelime dahi konuşmayacak.” dedi ve zil sesinin çalmasını hep beraber beklediler. Akabinde ders bitince Erçin koşarak okuldan kaçmaya başladı. Kaçarken öğretmen peşine düştü ve arkasından “Annene babana söyle, bak ben sana daha neler yapacağım.” diyerek bağırdı. “Seni öldürürüm çocuk.” dedi. Ama Erçin öyle hızlı koştu ki öğretmenin onu yakalaması mümkün değildi. Okul saati bitene kadar Çubuklunun çayırında bir çınarın dibine serdi kendini. Her yeri yanıyordu yediği sopa darbelerinden. Ne yapacağını bilemiyordu. Babam babam diyordu ya dili, gel diyordu ya… İsyanı o gün öğrendi. Çayırda, üzerine ağrılarını serdiği çimenleri elleriyle yolarak, bir hışımla kalktı ve koşmaya başladı çubuklunun kalafat denilen denize el süren kıyısına… Kıyıda bulamadı atacak taş. Küçük sandallara yolu götüren tahta derme çatma bir kişilik iskele yollarından birine uzanıp denizin dibinden taş çıkardı. Başladı taşları atmaya. Her attığında “Babamm.” dedi. “Gel.” dedi. Sonrasında akşam ezanının okunduğunu duyduğu anda bir korkuyla koşarak eve gitmeye başladı. O zamanlar bizim eve girme saatimiz akşam ezanının okunduğu saatlerdi. Eve vardığında hiç bir şey olmamış gibi içeri girdi. Akşam yemeği, uyku vs derken sabah oldu. Ertesi gün amcası Erçin’i okula götürecekti. Erçin “Ben okula gitmek istemiyorum dedi. Ama sebebini onlarca kez sorulmasına rağmen söylemek istemedi. Çünkü daha çok dayak yemekten korkuyordu. Her “Ne oldu, neden gitmek istemiyorsun? “ diye sorulduğunda gözünün önüne yediği sopalar geliyordu. Ta ki amcası ve babası duruma müdahale edene kadar. Bu arada babası 6 ayda bir gelecek ve bu durum Erçin’in hayatında 36 yaşına kadar devam edecekti. Kanın peşine düşmüşlerdi. Kanı bulsalar da tekrar kan aramamak için Erçin’in babası gurbetten elini ayağını çekemiyordu. Onun hayatı da bir filmin hatta onlarca filmin acısını taşıyordu ya, bir gün onun fotoğraflarını da anlatırım sizlere… Şimdilik Erçin’i anlatmaya devam. Ondan değil ama onun öğrendiklerinden çok şey öğreneceğinize zerre kadar şüphem yok… Erçin’in öğretmenine dönelim mi? Sonuca vuralım kalemi. Erçin uzun süre öğretmeninden dayak yedi. Bildiğiniz dayaktan bahsediyorum. Basbayağı dayak. Bu arada öğretmeni bir kadındı. Maalesef sadece erkekler şiddet uygulamıyor. Kadınların da eşikleri var aştıkları ve kendilerinden başka varlıklara dönüşebildikleri… Kimse dikkatinin istikametini bu yöne çekmez ama dayak yiyen çocukların hepsini sizce babaları mı dövüyor? Sadece onlar mı şiddet uyguluyor? Etrafımda tanıdığım her kesim insanda şiddetin çocuklara en çok kadınlardan geldiğini itiraf edebilirim. Bunları yazıyorum diye kimse beni linç etmeye kalkmasın. Amacım her iki cinsiyette de şiddetin canlı bir hücre gibi var olduğunu anlatmak. Yani? Yani insan cinsiyeti farketmeksizin şiddet eğilimini her daim içinde barındırıyor. Bundan ötürüdür ki şiddetin adını “İnsan” koydum…
TARİH 1988
O gün Erçin uyandığında evde bir telaş vardı. Ablası hastaydı. Annesi perişandı. Ablasının her yeri şişmişti. Ağrısı vardı… Hala bahçe içindeki iki gözlü farelerle hayatı ortaklaşa kullandıkları rutubetin ressamlığını konuşturduğu evde yaşıyorlardı. Apar topar kaburgasını hastaneye götürdüler. Acı gerçek karşılarına çıktıklarında durum içler acısıydı. Doktorun bir tanesi kaburgasının vadesinin geldiğini çok uzun sürmeden öleceğini söylemişti. Böbrekler iflas ediyordu. O zamanlar hastaneler bugün şikayet ettiğimiz hayvan barınakları gibiydi. Abarttığımı düşünebilirsiniz ama gerçekler maalesef bu şekilde. Sonrasında Cerrahpaşa Tıp Fakültesinin yolu tutuldu. Evvelden oraya gitmek toplu taşıma araçlarıyla yaklaşık 3-4 saat sürerdi. Trafiği bir yandan, otobüste akraba oluşlarınız, otobüslerde çıkan kavgalar bir yandan derken kolay olmuyordu bir yerden bir yere gidebilmek. Şifanın adresine vardılar. Cerrahpaşa da onları kara bir dönem bekliyordu. Yaklaşık 2 seneleri orada geçecekti. Kaburgasının tedavisi başladı. Sürekli demir gibi bir şey saplayıp kaburgasından numune alınıp tahlile gönderiliyordu. Tahlil deyip geçmeyin, o dönemlerde bir tahlile 400 mark para ödeniyordu (Çünkü Almanya’ya giderdi tahliller). Aylık 2000 marktan aşağı gideri yoktu kaburgasının devlet hastanesinde olmasına rağmen. Bu detayları neden anlatıyorum? Bugün sağlık kuruluşlarından, doktorlardan, hastanelerden şikayet edenler etmesinler. Bizim gördüklerimizi görseydiniz intiharlarınız sizi kucaklardı. O derece insansızlık ifade ediyordu her şey… Ve Erçin’in babasına haber ulaştı. İlk fırsatta yurda dönmesi gerekiyordu. Irak Erbil’de bir baraj projesi yapıyordu babası. Elektrik mühendisiydi. Babasını anlatmak onlarca kitaba sığmaz ama sizleri biraz bilgilendirmekte fayda var. Anadolu yiğidiydi. Korkusuzdu. Haramda gözü yoktu, kimsenin hakkını yemez yedirmezdi. Çobanlıktan, matbaacılığa yapmadığı iş kalmamıştı. Babaydı. Gerçek babaydı. Haber vermek zordu o zamanlar, haber almak da aynı şekilde. Erçin’in babası, bulunduğu bölgede telefon bulamadığı için imkansızlıkları aşmaya çalışıyordu. Bir telefon edinmişti bir yerden. Yol kenarından geçen bir telefon hattı yerini belirleyip, oraya direk başına çıkıp telefonu bağlayıp, ailesiyle o şekilde iletişim kurabiliyordu. İşte yine böyle bir telefon aramasında öğrenmişti kızının hastalığını. 3-4 gün geçmeden yurda dönüşü gerçekleştirdi. Geldiğinde kimsenin beklemediği başka bir acının rengine bulanacaklardı. Erçin, kaburgası ve annesi ile babasını görünce şoka girdi. kara gözlü kara saçlı babasından eser kalmamıştı. Babasının saçları 2 günde bembeyaz olmuştu. Türk filmlerinde izler gülerdik bu sahnelere ama o sahnelerin gerçek olduğunu bu kanıtla savunabilirim. Ak saçlı bir babası vardı artık. Onca taşıdığı yük, onca savaş, onca hayatta kalma mücadelesi Erçin’in babasının saçlarına bir çığ misali yıkılmış karlara bürünmüştü. Bunu tasvir edebilmek gerçekten zor. Erçin’in babasının yüreğine girmeden imkansız diyebilirim. Peki o an neler hissediyordu Erçin’in Babası? Cevap: Baba olunca anlarsınız, baba olmadan anladım deseniz dahi anlamış olmazsınız.
- TARİH : 10.08.2020
- YER : İSTANBUL
- Kategori : KİTAP